Her insanın içinde garip bir yol hikayesi vardır. başı sabır,sonu umut... blog sayfama hoş geldiniz......... hannesu

31 Aralık 2016 Cumartesi








DUYGUSUZLUK ANAFORUNDA KABUSLAR...
15/07/2014
Dün gece gördüğüm rüyalarımda 
Ortadoğu' daki analar oldu kabuslarımda...

Çaresizce bir tılsım kondurmak isterken umutlarına
Kopmaz halatlarla bağlanmış paslı yüreğimin
Zülme kanıksanmış duygusuzluğunda...
Çarpıldım..
Öylece kala kaldım çıkmaz sokaklarımda.
....
Dua dua akarken,
Kan damlayan sızımla
Izdırabın o kor sıcağında
Takıldım...
Kir tutmuş ruhuma çöreklendiği günahlarda...
....
Kilitlenmiş dudaklarım,
Çözülemezken hıçkırıklarımda
Akan gözyaşlarımı saldım,
yüreği kan kusan annenin feryatları arasına
....
Ölen tüm mazlumların sessiz çığlıklarından yükselen sitemleri
Çarpmak isterken betonlaşmış ruhlara...
Çırpınışlarım takatsız kaldı
Baharı getiremediğim
Ölüm kokan şehirlerin soğuk duvarlarına...






Cehennem bakışlardan geriye kalan
02/08/2014
Önce bir yaprak düşüyor yüreğimden
Bir damla yaş gözlerimden
Ve bir umut daha eksilirken düşlerimden
Zulüm kusan taş kalplerden örülü şehirlerin,
Sefahat yüklü beton yüzlerinden kaçarken...
bir çocuğun gözlerinde huzur bulsam...
Ahhh yeniden.. 

Sahi...
Yüreği dağ gibi kabarmış bir anne...
Nasıl iz bırakırdı sizde...
Feryadı  ulaşır mıydı?
Şen kahkahalarınızın uyuşturduğu hislerinize...
Ya küçük bir çocuğun ölüm kusan  çığlıkları?
Sefahat dolu  ruhlarınızda nasıl  yankı yapardı..
Ya da yüreklerinizin kanıksadığı rehavet
Yetti mi?
Her türlü dünyevi keyiflerinize. ... 

Sarhoş  beyinlerinizden bencileyin kutsallarınızın saldığı korkular,
paranoyakça ördüğünüz duvarlar...
güvenli  kıldı mı beldelerinizi?
hala  böyle sersefil, pür melal  korkak hallerinizden... 

Sahi...
Henüz geçmemişti değil mi?
korunaklı, cilalı caddelerinizden Acının o kor ateşi...... 

Ve siz...
sırça köşklerinizde Sefahat aynalarınızdan  yansıyan iblisce gülüşlerinizde... 
Cehenneme çevirdiğiniz  dünyada,
mahrum bırakıldıkları yavrularının içten bakışlarında kaybolamazken analar, 
ve öldürülen  tüm masumlar... 

ızdırabını bile yaşamadığınız duygusuzluğunuzla,
sırıtabiliyorsanız şeytansı ruhunuzla...
Tüm sahte mutluluklarınızda. 

Sahi neydi sizi böyle taş kılan yaşattığınız tüm acılara????

ŞIMARIKLIK






      Şımarık...lık


Gün gelir bu dünya sizede gösterir çirkin yüzünü


Beyhude çırpınır nefisleriniz bir parça uçucu mutluluk için.


Serap gibi geçer gider

Sahibi olduğunu sandığınız tüm hazlar.

... ...

Acımsı tada bürünürler önce

Katran karası tortusu ile birlikte kalplerinizde

Bırakır giderler  sizide

El bile sallamadan öylece

Ve kalır hüzünle birlikte

Ağır bir yanlızlık şımarıklığın yerine...



...

Ne güzeldi aslında

Unutmuştuk oysa

Dalmıştık hülyalara

Kendi tanrılıklarımızla

Kurduğumuz dünyalarımızda

Zülmün ateşine odun atıyorduk  aymazca

...

Oysa  sadece  "ÖLÜM"  bile

En çarpıcı gerçekliğiyle geçiyorken yanı başımızdaki hayatlardan...

Yeterli değil miydi?

Uyandırmaya....
   Efsunlanmış  tüm rüyalarımızdan...

ALDANMAK

                     ''Ey insan, seni kerem sahibi Rabbine karşı aldatan nedir? '' İNFİTAR/6


Nefeslerin anlık alınıp verilişleri ile sınırlı dünya hayatında yaşıyoruz.
 Ecel kelimesinde anlamını bulan dünya hayatımızın sonunun, nefes alış verişlerimizin kaçıncı durağında bizi yakalayacağı yine aynı bizlerce meçhul.
Lakin "ÖLÜM" biz onu unutsak, yok saysak ve hiç beklemesek de zaman içindeki salınımında keskin gerçekliğiyle en umulmadık anda gelip bizi bulacak. Tıpkı hiç ummadığımız anlarda yakınlarımızı bulduğu gibi..
Ne yazık ki ölümün yakınımız veya uzağımızdaki hayatları apansızın sona erdirmesi, hayatı alıp götürmesi bile onun yakın bilgisi için yetmiyor biz insanoğluna.
Kendimiz için "asıl olanı" unutarak, beyhude aldanış ve oyalanmalarla geçiriyoruz ömrümüzü...
Sınırlı olan gücümüz ve nefes sayılarımızla, insanî değerlerimizin tükenişlerine geçit verircesine sınırsız arzuların peşinde koşmamız da onu sürekli unutmamızdan olsa gerek.
Oysa hayatımızı bir tükenişin kıskacında insanlığın özgün değerleriyle anlamlı kılacak ihtiyaçlardan uzaklaştırarak neyi kazandık ki? Sadece daha mutsuz, tatminsiz, bitkin ve huzurdan uzak yaşayan varlıklar olduk...
Keşke ölümün hatırlatıcılığında "yaşama" yüklenen gereksiz ve anlamsız şeylerin kirliliğinden uzak huzur dolu bir hayatı fark etmeyi bilincimizden bu denli uzaklaştırmasaydık.
Temiz bir akılla ve kalbin en saf duyularıyla bakabilmeyi başarabilseydik keşke...
Ne güzel olurdu ahhh... ne güzel...
Bu bilinçle bile hayatı daha güzel kılmanın ferasetinde hem bu dünya hayatına aldanmaz hem de sonsuz hayatı kazanabilirdik belki de...
Hayatta kalıcı ve güzel olan şeylerin her zaman bir bedeli ve zorlukları olacaktır elbette.
Keza Allah'ın razı olduğu bir hayatı yaşamakla kazanılacak "cennet" bu dünya hayatıyla geçici şeylere aldanacak kadar ucuz da değil elbette.
Oysa ki bizler, yaşamın tüm zorluklarına karşı önümüzde kitabımız açık imtihanda bir öğrenci gibiydik aynı zamanda.
Hayatın içinde imtihan gereğince  değerlendirebileceğimiz her şeyi aldanmanın ve yanılmanın miskinleştirici büyüsüne bırakmamak lazım.
İnsanın olgunlaşması ve Rabbinden öğütler alarak terbiye olması, O'nun rızası doğrultusunda huzurlu bir dünya hayatı ve cenneti kazanması içindir.
Dünya insanı kandırmaz; ancak insan, nefsinin bencilce haz ve çıkarlarından beslendiğinde, kendi kendini aldatır ve kendi sonunu hazırlar.
Eğer mutlak sona doğru hızla çekildiğimiz bu dünya hayatında yaşanmışlıklarımızın verdiği tecrübeler selim bir akıl ve vahiy doğrultusunda değerlendirilemezse, sorunlar öylesine büyür ki, Allah muhafaza, gün gelir kendimizi her türlü tıkanmışlıkların içinde debelenirken bulmamız kaçınılmaz olur..
Allah muhafaza ebedi hayatı kaybederek imtihanımızın en ağır sonuçlarıyla karşılaşabiliriz.
Oysa ki; Rahman'ın kelâmına tüm duyularımızı kapatmasaydık, hayatın içinde bizi kaosa çeken her şey nasıl da kendini mutmainliğe davet ederdi.
Tıpkı ayetlerin de buyurduğu gibi;
"Onlar, inananlar ve kalpleri Allah'ı anmakla huzura kavuşanlardır. Biliniz ki, kalpler ancak Allah'ı anmakla huzur bulur." Rad/28
Huzurumuz yoksa ve ayetler huzurun kaynağını bize söylüyorsa eksiği olduğumuz şey de apaçık ortada.
Yine apaçık ortada bir gerçek daha var ki, o da insanın varlık mesajı olan her şey de dengeyi yakalamak.
Kuran, yaratılmış olan her şeyin insana bu dengeyi bulmasında yardımcı olduğunu da belirtir ve yol gösterir.
Hal böyleyken dünyada kendi kendimizi aldatmamız aslında hiçbir şeyden öğüt ve ibret alamayışımızdandır da denilebilir.
Böyle bir aymazlıkta bizi, "Allah korusun" sonu keder ve hüsran dolu bir geleceğe kavuşturur.
Herkese huzur ve denge içinde, basiret ve farkındalık bilincinin açık olması dileklerimle. Selametle kalın.

19 Aralık 2016 Pazartesi

ÇÖL



Çöl...
Hep düşünmüşümdür; Hacer'i ve İbrahim'i...
Neden ki, niye ki;
 İbrahim gibi bir peygamber duasının ve sabrının muştusu oğlu İsmail'i ve sevdiceği Hacer'i bıraktı biçarece bir başına, uçsuz bucaksız kum deryasının tam ortasında?

 Öyle ya çöldü bu, sonsuz çaresizliği yağdırmaz mıydı bir kadının yüreğine..

Üstelikte kucağında bebesi ile birlikte..

Susuzluk ve bereketsizliğin yaşamı kuruttuğu bu verimsiz topraklar kucağında bebesiyle bir ananın yüreğinde, hayata dair hangi bereketli limanlara yelken açtırabilirdi ki?

 Peki, Hacer'in;
 “Bizi bu susuz, bitkisiz çölde bırakıp nereye gidiyorsun?” şeklinde şefkat ve merhamet bekleyen seslenişinde, bir volkanın ateşine eşdeğer ızdırap kor halinde düşmez miydi sıradan bir babanın bile yüreğine?

Öyle ki; İbrahim'inde (a.s.):

"Sizi buraya Allah’ın emriyle getirdim ve sizi O’na emanet ediyorum” demesi İbrahimce bir sorumsuzluk gibi düşünülebilir miydi?

Oysa böylesi bir durum, bir peygamberde olsa hangi baba ve eş için kolay olabilirdi ki?

 Öyle ki bu siyahi kölenin;

“Eğer bu iş ALLAH'ın emri ve iradesiyle yapılıyorsa, nereye istersen git; benim şüphem yok ki ALLAH bizi, hor ve zayi etmez" teslimiyetinde İbrahim'in yüreğine bir nebzede olsa su serpen "HACER" ce sözleri asıl sahibi ve koruyucusuna olan itminan ve teslimiyetin en güzel göstergesi değil miydi?

Oysa payına düşen hasret, yalnızlık ve çöl ortasında kalmanın çaresizliğine dair hiçbir iz yoktu HACER'in yüzünde.

Mahsun ve kucağında bebesiyle yetim bırakılmış olmanın biçareliğini hiç hissettirmemişti sevdiceğine...

Öyle ki bu haliyle Rabbine olan güven ve tevekkülün sınanmış ve başarmış bir prototipiydi artık "O" ilahi kelamında konusu olan...

Düşünmek lazım... bizlerinde hayatlarında; her konudaki sınanmalarımızda varlıklarına iman ettiğimizi söylediğimiz peygamberlerin hayatlarına dair hangi davranış modellerini örnek aldığımız ve hangi duruşları sergilediğimiz konusunda.SELAMETLE KALIN

DUYGUSAL ÇÖKÜNTÜ HALİ; ÜZÜNTÜ

ÜZÜNTÜ
İnnemâ eşku ve huzni ilâllah” (Yûsuf,12/86)
“Ben üzüntü ve tasamı yalnız Allah’a açarım.”
 Bir peygamberin ruh dünyasından,  her an yine yeniden yaratmada eşi benzeri olmayan Rabb'iyle kurduğu ne muhteşem bir bağ.
 "Onlar, inananlar ve kalpleri Allah’ı anmakla huzura kavuşanlardır.
 Biliniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.
                                                                           "RAD/28
 Hayatın her türlü fırtınalı git gellerinde  mümin kalpleri   sıcacık saran,  sukunet ve huzur limanına demir attıran  ayetlerin varlığında gelen "TESLİMİYET" ve "HUZUR".
Konuyu dağıtmadan  biz  yazının başına dönelim ve Yakub peygamberin  duasında geçen  iki kelimeye çevirelim  düşünce dünyamızı.
"ÜZÜNTÜ" ve "TASA"
Birincisi hal,  ikincisi bu halden doğan sonuç.
Ve bu sonuçtan sebeb  ruhun en masum ve mahsun derinliklerine keşif inkişafı.
Üzüntü ve tasaya sebeb  sıkıntı ve dertlerimizin kendince çıkmazlarında  bize  sadece O'na sığınmayı öğreten duygu ve düşünce durumu...
 Gizemli sır labirentinde zahirde kaybettiğin sanısıyla aslolanı kazanıma götüren tefekküre açılan boyutlar...
Yaşamın ağır yükünün altında maruz kaldığı  sıkıntı ve kederleri yüreğine ağır gelen bizleri  tek sığınağımız olan  Rabbe  davet.
Öyle ya   Yakub Peygamber de  oğlu Yusuf’u kaybettiğinde  bu iki kelimeye derinden gark olmuş ve hatta hislerinin yoğunluğundan   dünyaya açılan  penceresi gözlerini de kaybetmemiş miydi?
Zira duasındaki   acziyet hali de  bunun  en  net göstergesi...
Şimdi de   kendi iç dünyamıza çevirelim bakışlarımızı  ve  yaşadığımız her anla ilgili algılarımızı şöyle bir  kontrol edelim.
Ve aslında  tüm ayarlarımızı  YARATICI'ya çevirdiğimizde   herşeyin  sürekli devinim halinde olduğunu görelim.
 Evet  Kainatta hiçbirşey durağan değil…
Sürekliliği olan  bir hareketlilik sözkonusu.
 Düşündüğümüzde bu dönüşümün aynı yaratılış mucizesiyle hayatlarımızda da olduğunu görebiliyoruz.
Bildiklerimiz ve bilmediklerimiz bizim sanılarımıza rağmen aynı sabitlikte kalmıyor da...
 Gün geliyor olmaz denilen şeyler zamanın devri daiminde umulmadık şekilde olur hale gelebiliyor.
  Yeter ki "O" istesin.
Bazen yes'e kapıldığımız durumlar olsada...
 Oysa ki  bizler;  O'nun herhangi  birşeye "Ol" demesiyle  yani Kuran'i tabirle 'lehü kün feyekün' emrini vukü buldurmasıyla  tasavvurlarımızı aşan her şeye yeter diye  iman etmemiş miydik?
  Tıpkı mikro alemden atomun merkezindeki çekirdeğinin cazibesine kapılan elektronların sürekli devinim,  dönüşüm hallerine girmesi gibi.
  Böylesi bir  bakış açısını  insana ve  hayatın yaşamsal modları içindeki izdüşümlerinden bir hal olan "ÜZÜNTÜ" ye tekrar  çevirdiğimizde;  mutluluk ve sevincin tam zıddı olan "reaksiyon" şeklinde de özetlenebilir elbette.
Yani  "insanda sevdiği, değer verdiği bağlandığı yada sahibi olduğunu  sandığı  bir şeyi  kaybetmesi" şeklinde tezahür eden bir duygu hali bir başka deyişle...
  Kuran'da insana sıkıntı veren bu durumun anlatımını incelediğimizde özellikle peygamber kıssalarında sıkça bu kavramın geçtiğini görmekteyiz.
  Hz. Musa'nın  annesi örneğinde  olduğu gibi dönemin şartları gereği  yavrusunun canı konusunda  yaşadığı tedirginlik ve sonrasında onu  sandığa koyup timsahlarla dolu Nil nehrinin azgın dalgaları gözlerinden uzaklaştırdığındaki ruh hali  üzüntüyü en keskin manada özetler bizlere.
 İlahi kelamın ayetlerinde   hal dilindeki tasviriyle: 
 "Bir annenin  içinde bulunduğu bu duygu yoğunluğunun  ruh halini yansıtır bizlere.
 "Onu emzir, şayet onun için korkacak olursan, onu suya bırak, korkma ve üzülme; çünkü onu Biz sana tekrar geri vereceğiz ve onu gönderilen (elçilerden) kılacağız" diye vahyettik (bildirdik). (Kasas Suresi, 7)
 Hani, annene vahyolunan şeyi vahyetmiştik, (şöyle ki:)
 "Onu sandığın içine koy, suya bırak, böylece su onu sahile bıraksın; onu Benim de düşmanım, onun da düşmanı olan biri alacaktır..." (Taha Suresi, 38-39)
  Kuran, insanda hayatın içinde yaşadığı tüm  ruhsal çözülmelerin  altında ezilmemesi ve yaşanılanların onu yönetmesi değil yaşadıklarından hayata dair çözümler üretebilmesi için sıkıntı, elem, kaygı, korku  verici durumlarda biz kulların sıkıntılarımızı giderecek olan yegane gücün Rabbimiz olduğunu sürekli vurgular.  
 Ki Yaratıcı ile kurulan bu bağlarla yine yeniden dirilişlerle doğabilelim hayata diye.
Tıpı Musa'nında  anne şefkatini  Asiye de müjdesiyle...
Rabbimin  her türlü çıkmazlarımızda ebedi hayata bakışlarını  çevirenlerden kılması  dua ve temnnilerimle.

Selametle kalın...

RENKLER VE ÇİÇEKLER

Dışarda  yağmur var.
Bulutlardan  salınıp yeryüzüne  usul usul  yağan  damlalarına inat  gözyaşlarım ince bir yol tutturmuş  akıyor yüreğime.
Ötelerin sesi doluyor içime.
Hem tabiattan,  hemde  gözlerimden akan rahmet damlaları alıp götürüyor  beni; baharı selamlayan doğanın,  koynundaki  tüm güzelliklere.
 Toprağın  üzerine  rahmet deryasından  buseler kondururcasına dökülen bu damlalar gibi kadife renkli  envai  çiçeklerin  renk  cümbüşleri,  pırıl  pırıl izler bırakıyor gözlerime.
Asırlardır  toprağa  kök salan ağaçların, o mağrur  duruşlarıyla  bana  yemyeşil  yapraklarından  selam göndermeleri  ayrı  bir heyecan  katıyor  yüreğime.
 Takip edilircesine bir muştu gibi  her yerde  karşıma çıkan sümbül ve leylakların  tatlı tebessümleri alıp götürüyor  beni de  mor rengin  ihtişamlı hayallerine…
 Sahi  kaldırımlar  gerisindeki  parklarda  tüm  görselliği  ile cennet  huzurunu  içimizi dolduran  ilkbaharın müjdecisi  erguvanlara ne demeli.?
 Nasıl da  sessiz bir utangaçlıkla davet ediyor  kendi dünyasındaki mutluluğa bizleri.
 Ya otların üzerine yayılmış taze  gelincik çiçekleri…
 Kadifemsi  kıpkırmızı  al rengiyle  hayat enerjisi  ve neş’eyi cömertçe bizlere  sunması mucize değil de nedir peki?
Toprağın  bereketindeki  bu denli cömertçe yayılmasına   bırakarak  kendimizi...
 Hemen şimdi   kaybolmalı  değil mi?
  Ve  şimdi   papatyalar…
Böylesine  nazenin  göz  kırparken,   görmezden  gelmek  olur muydu  hiç sizi?
 Kibarca  gülümsemelerine  bir tebessümle  karşılık vermeli, hemde hemen şimdi.
 Işığın  tüm  kırılganlıklarını  kendine  özgü  saflıkla  bembeyaz renginde  barındıran  bu masumiyetin simgesi  çiçek  perisi,  içinde  sakladığı  hüznüne teslim edilmemeli.
Koparılıp  sevimli bir kız çocuğunun  salınan saçlarında taçla şereflendirilmeli.
  Ya  o  güzelliğin  zirve  yaptığı  güller..

Ahhh o güller...
Renklerin  tüm  tonlarına  nasılda cezbedercesine  çeker kendini.
Büyülercesine alır  götürür bizleri  derinliklerinde...
Tıpkı  saklı bir madeni keşfe davet eder gibi.
Ve  doğanın;  Rahman’ın emriyle bizlere  sunduğu tüm bu güzellikler, bu keyifli  keşiflerle hemen içimize çekilmeli...
 Hemde vakit bu denli darken hemen şimdi.

18 Aralık 2016 Pazar

MERYEM SURESİ



Öyleyse yine yeniden "Rabbinin adını an ve herşeyden kesilerek O'na tüm varlığınla yönel" 
ayetinde  bizi içine alınmak istenilen Allah'la yalnızlaşma hikmetine nasıl nail oluruz  yaşadığımız vurgunlarımız da olmasa.

SONSUZLUĞA İLK ADIM:MEZARLIKLAR




Hafızamın çocukluğuma ait en derinlerinde saklı anlardan hatırladığım; ölümün iç dünyamın vazgeçilmez bir sorgusu olmasıydı.

 Çocukluğuma denk geldiği dönem de Haydarpaşa Numune Hastanesinde memur  olarak çalışan babam  
yaz tatillerimde ısrarlarıma dayanamayarak işine giderken benide yanında götürürdü .

Babamla işe gidiş gelişlerim o küçücük dünyamda çok büyük heyecanlar verirdi bana...

Çünkü gidiş ve dönüş yolumuz için yol üzeri güzergahımız da "Karacaahmet Mezarlığı" vardı.

Benim için "mezarlık" demek zira çocuk yaşlarımda önünden geçerken bile hissettiğim heyecanımın kaynağı bu olsa gerek, zamanın hayal dünyamda ruhuma yaptırdığı seyahatlerim demekti.

Öyle ki bu seyahatlerim hayatın değişik duraklarında durdurup sorular sordurur ve sorgulamalar yaptırırdı bana...

Hele hele muhteşem heybeti, elif harfi gibi nazik edası, yaz kış hiç dökülmeyen yaprakları ile mezarlıkların hüzünlü havasına sükûnetiyle huzurlu nefes katan o servi ağaçlarının güzelliğini seyr eylemek aman Allah'ım beni alır ötelere götürürdü adeta.

Yol güzergahı yaptığımız her mezarlık içinden geçişimizde babam " burda hesap gününü bekleyen ruhların Allah'ın kelamına ihtiyacı vardır" diyerek bir mezar taşı yanında duraklar "Fatiha ve Yasin" süresini okurdu. Babam dualarını okurken bende değişik doğum ve ölüm tarihleriyle dolu mezar taşlarından ibaret mezarlığı seyreder ve çocukça tefekkürlerime dalıp giderdim.
Değişik yaş ve meslek gruplarından insanların toprağın altında sessiz yatışlarının mündemiçliğinde  kimbilir hangi çığlıklar, feryatlar vardı geçmişin pişmanlıklarına dair diye düşünürdüm bu çocukça tefekkürlerimde.


Bazı günler yüz ikiyüz  yıllık mezar taşları önünde dururduk...
 Taşlar üzerindeki Osmanlıca ve Arapça yazılar hakkında bilgi verirdi babam.

Arapça, Osmanlıca harflerden yazılı o taşlar babamın anlatışıyla beraber beni alır zamanda yolculuğa çıkarır;  hayatın,var oluşumuzun amacı, sebebi, sonucu hakkında sorgulatırdı.

Babamla beraber  işe giderken yaptığımız mezarlık ziyaretlerimiz; o anki ruh halimle kıyısında durduğumuz ölüm ve içinde olduğumuz hayatın tıpkı bir sarkacın git gel salınımlarındaki gibi zamanın farklı anlarında yaşanmış hayatlara beni konuk eder ve tekrar çocukluğuma geri getiren sihirli bir zaman makinesiydi sanki.
Hastane acil servisinde, yoğun bakım ünitesi ve morgun kapısında  yakınlarını heyecan, korku ,kaygı,  ümit  ve kaçınılmaz son olan ölümle yüzleşme  hakikatine şahit olmanın   çocuksu gözlemlerimde bıraktığı etkileri  bir sonraki yazımda  yazmak ve   kirlenmemiş çocuk saflığında  adımlarken hayatı, farkındalıklarımızın olgunluk meyvelerimizle yaşamımızı bereketlendirmesi duamla.
Selametle  kalın.


KOLAY DEĞİL KADIN OLMAK






Kolay değil kadın olmak...
Sönmüş alevlerin harlı ateşlerinde yanmak...
Bir dağ gibi büyüttüğün umutları,
Yine yeniden bir kelebeğin naif kanatlarında taşımak...
Herkesi, herşeyi içten katıksız sevginle beslemek ama sevgine bırakılan zehrin acısında kaybolmadan yaşamaya alışmak...
Kolay değil kadın olmak...
Bu dünya çölünde toprağa bereket olmak...
Tüm dünyanın hüznünü eriteceğin saklı bir madenken kendine sığamadan yaşamak...
Zahirde bir dağ gibi olmak ama içte sürekli solup kuruyan  her dem yine yeniden açan bir gül ağacı olmak.
Kolay değil kadın olmak...
Gözyaşlarının eritici ateşini içe akıtıp, dışta  bir su damlasına bürünmek...
Kolay değil kadın olmak...
Tüm devrimleri yaşarken içinde; hiç ölmemiş gibi hayatta kalmak...
Asit yağmurlarında hiç ıslanmamış  gibi  düşleri, canlı tutmak hayalleri...
Kolay değil kadın olmak...
Yine yeniden hayata doğumlarının acılarını hiç yaşamamış gibi kaldığın yerden yerden yoluna devam etmek...
Bir yaprak kadar hassas ve hafifken yüreğin, en sert esen rüzgarlara karşı savrulmadan hayatta kalmak.
Kolay değil bu dünyada Kadın olmak,
 koskoca bir dünya karşısında hem İNSAN hem KADIN kalmak.

ÇEÇEN FATIMA'YA



15/09/2014

Hayatın tüm  sahnelerinde her birimizin ayrı hikâyeleri vardır.
Bu hikâyelerimiz içinde de ayrı duruşlarımız, ayrı tavırlarımız, ayrı mesajlarımız iz bırakırlar geriye.
Zamanın izafiliğinde  salınan sınırlarda kendini bulmuş bu izlerde, hep bir parça kalmıştır    yüreklerde,   bizden geriye.
Kimimiz hüznün derin sarmalında kalplerde yer edinmiştir;   tıpkı her mevsim açan nazenin bir çiçek gibi...
Kimimiz şen kahkahaların boşluğunda almıştır hiçliklerde yerini.
Anlatmaya çalıştığım karamsar bir ruh halinin her dem ürettiği hüzünler değil.Farkındalık bilincinin, hamlıktan olgunluğa evrildiği duygu yoğunlaşmasında, insana kattıklarıdır söylemeye çalıştığım aslında.
Keza, böylesi bilincin getirisi ile beraber, yaşama tutunuşlarımızın duygu yoğunluğunda hüzünlü bir anımdan bahsedeceğim.Bu ân içinde de olsa, zamanın kısa diliminde izinlerini bırakan anı, kısa bir hayat öyküsü...Hüznün o derin sarmalında bir kadın hikâyesi.
Farkında olmadan yaşadığımız geçip giden zamanın akıcılığında, dört sene öncesi ve tam da bugünler idi. Bu dünyadaki ömrünün sonuna şahit olduğum arkadaşımın,gözlerimin önünden gitmeyen, o son demlerindeki günlerden biri bugün.Belki bilmeden son kez ziyaretine gitmekle arkadaşlık hakkını ödeyebildim, görevimi ifâ edebildim mi, bilmiyorum?
Müslümanca olması gereken sorumluluk bilinci ile ülkemde misafir olmuş bu kardeşimle ne kadar gönül köprüsü kurabildim, o da meçhul...Yine de böyle bir sorunun sorumluluğunun aynı can yakıcı bilinmezliğindeki tedirginliğimden olsa gerek, hüznün farkındalıklara kapı araladığı son anlarında kendisiyle helalleşmiş olmamız bir nebze de olsa su serpiyor yüreğime...

Çeçendi kendisi...
Yanında bir oğluyla ülkesinin başkenti Grozni'den hicret etmişti   İstanbul'a.
Eşi, Rus işgalinde canını bedel olarak ödemiş bir şehit.Onu son görüşümden sekiz sene önce başlayan İstanbul'daki hayat mücadelesi, kim bilir ona bu seneler zarfında neler katmıştı?
Yaşadığı derin acıların, sessiz çığlıklarını yüreğinde sakladığından olsa gerek, kalbinin naifliği öyle güzel yansımıştı ki yüzüne, nurdan bir hayat enerjisi akıyordu herhalinden...
Rusya'da aldığı fizyoterapistlik eğitimini bu enerji ile bütünleştirip huzur da yayıyordu, bedensel ızdırap çekenlere.
Sahi  kendi iç dünyasında neler kaynıyordu?
 Ruhunun sızıları nasıl teskin oluyordu, görünen o derin sessizliğinin içinde?
Yabancı bir ülkede tek başına;  mağrur  ve dimdik ayaktaydı.
Güç denen şey, tam da onun bu yaşama tutunma azmi olarak özetlenebilirdi pekala...

Titreyen parmaklarımı klavyenin harflerinde gezdirdiğim şu anda, yaşamın, zamanın izafiliğinin içinde başımızın döndüğü sair vakitlere binaen onunla yaptığım son görüşmenin olduğu o ana  takıldığım sahne düştü gözlerimin önüne...
Olduğum yerde kalakalışıma sebep olan şeyler, şahit olduğum, gözlerimle gördüğüm, gördüğüme inanamadığım, insan bedeninin ölüme yaklaşmasının an be an yüzüne  düşürdüğü izlerdi  aslında.
Etkilenmişliğimden ve saklamaya çalıştığım hüznümden beni kurtarmak için, can havliyle aldığı nefesinden zorlukla çıkardığı kelimeleriyle;
 "Dua et arkadaşım!" dedi bana.

Rabbimin onu yanına almak için vesile kıldığı kanser hastalığıyla, o pırıl pırıl nur damlası yüzü öylesine solmuştu ki, tıpkı bir kor parçasının geride bıraktığı kül gibiydi rengi.
Gözlerinin altındaki morluklar en az otuz yıl öteye atmıştı yaşını.
Sahi, neydi?

İnsanoğlu neyine güveniyordu?
Alt tarafı bir kanser hücresi işte...
Nasılda insan, yaratıcısına karşı zavallıca bir kendini beğenmişlik ve acizlik içinde, kibrinin ipine tutunabiliyordu ki?
Ve hangi yetisinden aldığı cahil cesaretiyle, korkusuz olup nefsinin bencilliklerine esir edebiliyordu kendini?
Neyi vardı insanın bu denli kendine güvenecek, sahi, neyi?...

Yüreklerimizle son kez buluştuğumuz o an, o demde, "İyi ki geldin arkadaşım" derken onunla son görüşmemiz olacağını hissetmişcesine;
 "Bana hakkını helal et!" dedi...
Eve dönerken düşündüğümde onu...
Aldığı o zor nefesleri ile öteki aleme bir nefes kadar yakın oluşumuzun şahitliğini bıraktığını fark ettim zihnimde.
Yüreğimde ondan bana kalan şu soru vardı;
 "Sahi iki nefeste aynı yakınlıktayken öte âleme, birine bu denli uzak kalmak niye"...?
Yoksa bana bu yanılsamayı veren tatminsiz duyguların esiri olan, henüz lezzetlere kapanmamış nefsim mi idi?
Yine kendi acılarımız haricinde, şahitliğini yaptığımız acılardan neden çarpılarak uyanmıyorduk ki, bu denli aymazlaştığımız rüyalarımızdan?
Üstelik bu dünyanın mümine zindan ve sonsuzluğun içinde bir ağaç gölgesi altında dinlenmek kadar payının olduğunu söyleyen peygamberimin sözü düşmüşken aklıma ...
Sahi, neydi bizi uzak kılan, ölümün bu çarpıcı gerçeğine?

YALNIZLIK

“Allah ile birlikte bir ilâh daha tanıma! Sonra kınanmış ve kendi başına terk edilmiş olarak       kalırsın.”
İsra/22

   Sözlükte; kimsesizlik, kimsenin bulunmama durumu, ıssızlık, tenhalık diye geçiştirilmiş olsa da aslında her birimizin farklı tanımlar yüklediği bu kelimeye farklı anlamlar da veririz zihinlerimizde. Her birimizin yüklemiş olduğu bu anlamlar yaşamdan gelen kalıntıların bıraktığı izlerle şekillenir yüreklerde. Gayet sığ bir şekilde hem de...

Sığ diyorum, çünkü yalnızlığı tanımlayan tüm  tarifleri  kısırlaştırdığı yerden açıklayan bir kelime bana göre. Peki sığ ne demekti? Bu kelimenin sözlükteki tarifi üzerinden baktığımızda, kaynaklar ‘derinliği az, dibi yüzeye yakın’ diye okutturuyor onu bizlere.


Evet... yalnızlığın sığ bir bakış açısından tarifi yapılarak, tam da yukarıdaki kelimelerle ancak bu şekilde daraltılıp mana okyanusundaki yeri küçültülebilirdi.

Sahi yalnızlığı sadece sözlükten gelen, ruhsuz kelimelerden saflaştırıp bir tarifi yapılması istense, içe bakışlarımızın aynı sığ derinliklerinde, hangi duygular giydirilmiş kelimelerle neler söylerdik acaba?
Bu sorunun cevabı, soruyla muhatap olanların vereceği cevap kadar fazladır elbette.

Kimimizin sevdiklerinden kopuş süreci ile başlayan  yalnızlık  yolculuğu, kimimizin ise kalabalıklar içinde ötekileştirilen kendiyle yine kendi keşiflerinde çoğalmasıdır belki de.

Ama yalnızlığı modern dünyanın dayattığı patolojik bağlamdan koparıp bereketli akan bir ırmağa dönüştüren, yine kendi özünden gelen hislerle tanımlandığı Yaradan’a açtırdığı pencerelerdir.

Sonra düşünürken, Allah’ın bana yol gösterircesine- şifa ayetleri geliyor  aklıma, bu kelimenin mana girdabından sakin ve huzurlu bir okyanusa çekilircesine.

“Allah ile birlikte bir ilâh daha tanıma! Sonra kınanmış ve kendi başına terk edilmiş olarak kalırsın.” İsra/22
Allah ile birlikte başka bir ilah tanımak cümlesi tekrar tekrar çarparken beynime, “Rabbimin benden istediği neydi acaba?” diye hayıflandım kendime.

Öyle ya; O bir ve tek değil mi idi?… Eee peki, İnsanlığa gönderdiği tüm dinlerin ana ilkesi hangi cümlede özetlenirdi ki?! Üstelik tam da şimdi zihnime düştüğü yerden kendini ifşa edercesine “La ilahe illallah”  ne demekti?…

Sahi, hani bu cümle O’ndan başka her şeyin tasallutuna girmeyi reddetmek diye özetlenirdi?

Peki, tıpkı yukarıdaki ve yine ilahi kelamın diğer ayetlerinde de görüldüğü gibi tek ve biricikliğinde şüphe götürmeyen ve ilahlığında yegane olan böylesi bir Yaratıcı'ya algılarımızı kapatan ve görünmez prangalarla zihnen esir olduğumuz her şey neden O’ndan daha önemli?

Onun ve sadece kendimizin varlığının yeter olduğu bu dünyada, O’ndan gayri her şeydeki kayıp ve kopuş süreci ile gelen yalnızlıklarımızda, sadece O’nun varlığı ile huzur ve sükûnet bulamamak acaba her birimizde neyin tanımını da ele verir ki?

Düşünmek lazım bu konuda… Dualarımla, selametle kalınız


VURGUNLARIMIZ







Bizi yeniden hayata bağlayan  yenilgilerimizdir  ve bizi  yeniden kendi keşfimize çıkaran ve kendimizle yüzleştirende yediğimiz bu vurgunlar değil midir  en yalın gerçeklikle..

Bizi sadece kendi gücümüzle başbaşa bırakan ve yeniden sadece O'na sığınmayı hatırlatan ve bu en güzel birlikten hiç düşünemeyeceğimiz dimdik  dirilişler yaratanda bu kendi başına kalışlarımız değil midir;  en keskin gerçeklikle yine yeniden.

  İşte tamda burda, tüm sıkıntıda bu hakikatten uzaklaşma serüvenimizle başlamadı mı?

Kurduğumuz tüm sanal halüsilasyonlarla.

Yani aslında yaşamdaki bu vurgunlarımızda olmasa bizi yeniden kendimize döndürecek ve Rabbimizle buluşturacak ne olabilirdi ki OYSA...?
Her  daim yine yeniden anlayacağımız aslında   kendimizi kayıplardan;

 içimizin derinliklerindeki  keşfe hangi savruluşlarımız  çıkaracak ve O'na   yüzümüzü yeniden döndürme kazanımına nasıl ulaşacağız bu karmakarışık kalın duvarlarla örülü labirentlerimiz arasından.
Oysa ki yenilen bu  VURGUNLAR' da  olmasa?
Öyleyse yine yeniden "Rabbinin adını an ve herşeyden kesilerek O'na tüm varlığınla yönel" ayetinde  bizi içine alınmak istenilen Allah'la yalnızlaşma hikmetine nasıl nail oluruz  vurgunlarımız olmasa.

Herkese vurgunlarından hakikate dönük kazanımlarda yeniden dirilişlerimizde buluşmak dualarımla.




Selametle kalın.