13 Mayıs 2017 Cumartesi

Türkiye'de İşçi Olmak

 
 
 
 
 
 
 
 
 




Türkiye'de işçi olmak
21/11/2014
Türkiye'de her gün yaşanan iş kazalarının gölgesinde "rızkını karanlık bir gece de ay misali parlayan yıldızlar gibi can pahasına da olsa kazanmanın diğer adıdır "Maden ve İnşaat işçisi olmak"...
İş güvenliği nedir,  nasıl sağlanır ve kazaların önüne proaktif yöntemlerle geçebilmenin ivedi şartları nelerdir  soru  başlıkları  altında yazımı yazarken öncelikli  olarak  konunun insani boyutunun önemi ve ağırlığının anlaşılması için şu satırların  kalbimizden geçmesini istiyorum...
Göçük altında kalan bir madencinin son anlarında yazdığı bir not..
IŞIĞIM SÖNDÜ 
Karıcığım hoşçakal, ışığım azalıyor,
Yanımda ölü arkadaşlarım.
Artık kömür kokulu ekmekler getiremeyeceğim sanırım.
Buraya kadarmış çocuklarım, hoşçakalın,Hakkınızı helal edin; anacığım, babacığım.
Işığım azalıyor, hoşçakalın..
Üstüme değil içime çöken ocağın sessizliğinde
Tek tek seslerinizi duyuyorum, yüzlerinizi görüyorum,
Işığım azalıyor, soluğum azalıyor, biliyorum,
Yavaş yavaş dünyanın kara kalbine gömülüyorum.
Işığım söndü, işte gidiyorum..,
Ah, en çok da şimdi, bir bilseniz
Nasıl da bulutları, ağaçları, gökyüzünü özlüyorum.
Işığım söndü..
hoşçakalın, arkadaşlarım çoktan gitti,
Artık ben de gidiyorum...
Şerif ENGİNBAY Şiiri 2010 yılı
Bir diğeri de Mecidiyeköy'deki   asansör faciasında ölen işçilerden birinin günlüğünden... 
"Yaşımı sorma bana, ben hiç yaşamadım ki"...
Asit  yağmurlarının  eritici damlaları altında kalmak gibi  geliyor değil mi bu satırlardan  haykıran  ve sinelerimizi  delip geçen bu  feryatlar...
Oysa  kirlenmiş  kapkara vicdanların,  sırf daha fazla kazanma hırsı uğruna,   bu denli kahır yükünü,  geride yaşanmamış hayatlar ve acılar  üstüne  bıraktırarak  bedel  ödetmeye ne hakkı var...
Hak  demişken  aklıma geliyor  işte...
Sahi   bu hak   mücadelesi  var oluştan  beri süregelen bir gerçekti    öyle değil mi??
Diğer  bir   gerçeklik de  bir  şekilde  sermayeyi   ele   geçirip     gücüne  tanrılık   payesi   veren  egemenlerin   kurdukları    kölelik   düzenlerinin    değişen  isimlerle  günümüze  kadar   hala    devam ettiğidir..
İş kazalarının     en   temel      sebebine     "ADALET"   yoksunluğunda   karşımıza çıkan   "haksız   ve  doyumsuz  kazancın"  hırsına   çevirmek istiyorum merceğimi biraz da...
Nedir   bu   haksız   kazanç???
Genel  anlamda  üreticinin  emeği üzerinden kazanılan   değerin   hakkaniyet ölçüsünce paylaşılmamasından   kaynaklanan   bir durumdur.
"HAK"   ve  "Batıl" mücadelesine  ait  söylenecek   çok   söz    var  ama şimdilik  konu başlığımıza   gelelim..
Dünya Çalışma Örgütü'nün ölümlü iş kazaları   istatistiklerine göre Türkiye  Avrupa'da ilk sırada, dünyada ise üçüncü  ne yazık ki...
Peki  nedir  İş Kazası,  sebepleri   nelerdir?
Uluslar Arası Çalışma Örgütü ILO ya  göre  İş kazası " Belirli bir zarara ya da yaralanmaya   neden   olan   beklenmeyen   ve   önceden planlanmamış bir olaydır" şeklinde tarif edilmiş.  Dolayısıyla  İş Kazalarını; toplumsal bir oluşum içinde* Önceden planlanmayan,* Önceden bilinmeyen,*Kontrol dışına çıkan,* Çevresine zarar verebilecek olaylardır  şeklinde algılanması mümkün. 
İş  güvenliği   açısından  kazaların  sebeplerine  baktığımızda    iş kazalarını  oluşturan  2 faktör  karşımıza çıkıyor.
•    GÜVENSİZ DAVRANIŞLAR  (çalışana ait  olan kusur ve ihmallerin sebeb olduğu  haller.)
•    GÜVENSİZ DURUMLAR (Üretim  ve çalışma alanlarına   ait kusurlar. )
GÜVENSİZ DAVRANIŞLAR- İşi Bilinçsiz Yapmak-Dalgınlık ve Dikkatsizlik- Makina Koruyucularını Çıkarmak- Tehlikeli Hızla Çalışmak- Görevi Dışında İş Yapmak- İş Disipline Uymamak- İşe Uygun Makina Kullanmamak- Yetkisiz ve İzinsiz Olarak Tehlikeli Bölgede Bulunmak- Kişisel Koruyucuları Kullanmamak- Tehlikeli Hızda Araç Kullanmak 
GÜVENSİZ DURUMLAR  - Güvensiz Çalışma Yöntemi- Güvensiz ve Sağlıksız Çevre Koşulları- Topraklanmamış Elektrik Makinaları- İşe Uygun Olmayan El Aletleri- Kontrol ve Testleri Yapılmamış- Basınçlı Kaplar- Tehlikeli Yükseklikte İstifleme- Kapatılmamış Boşluklar- İşyeri Düzensizliği- Koruyucusuz Makina, Tezgahlar  - Parlayıcı Patlayıcı Maddelerşeklinde  özetleyebiliriz.  
Tablonun bir üst satırında  verdiğimiz  İş kazası  tanımından hareketle   diyebiliriz ki,   son yaşanan  Soma ve Ermenek'teki  işçi   ölümleriyle   sonuçlanan olaylara kaza demek mümkün   olmasa  gerek.   Zira    ne yazık ki    ihmaller    ve   alınmayan  önlemler   sonucu   facia  açık açık geliyorum demiş.
Görünen o ki,   haksız    kazanma    hırsının    ve    doymazlığının    sebeb olduğu bu ölümcül kazalar    için  radikal   önlemler    alınmazsa    maalesef    benzer   hadiseler daha çok  yaşanacak gibi görünüyor.
Haksız kazanç demişken,   isterseniz    bu   durumu    oluşturan  ve   tetikleyen etkenlere bakalım  şimdi de.. 
•    Asgari ücret  ve    Taşeron   uygulaması  Soma' da  ve  Ermenek'te   yaşanan   İş Kazalarını  değerlendirmek    açısından   taşeron uygulamasından  kaynaklanan haksızlıklar  kazaların oluşumu  için en büyük etken.
Giriş   cümlemde     belirtmiştim  emeğin,   yeteneğin,  insan gücünün haksız bir şekilde    kazançlara   dönüştürülmesini   vahşi   kaptalizmin  tapınaklarında   her yerde  görebilirsiniz.  İnsanlar  asgari ücretle   çalıştırılarak  hayatlarının neredeyse  tüm   alanları  işgal ediliyor.  Emek sömürülüyor.  Hakkı verilmiyor.   İşçisinden,   Mühendisine   ve hatta  İş Güvenliği  Uzmanına  kadar  hangi   konumda   olursa   olsun,  çalışan  için   emeği  karşılığında  verilen   ücretin   insan  onuruna  yaraşır  bir tarafı yok.   Öyle ki   bu rakamlar  yaşam şartlarını   (barınma,   sabit giderleri karşılama  ve  beslenme)     minimum düzeyde    bile     karşılamaya   yetmiyor.  Asgari  ücret çalışanı  açlık sınırının altında tutuyor. Emeğin    hakkı   emekçinin    üretime   katkısı üzerinden   değil,   sermaye  sahiplerinin    daha fazla kazanma hırsı    üzerinden   değerlendiriliyor . 
Peki   Asgari ücret  ne demek;    "geçinmenin minimum  seviyesi " demek.Önemli  olan bir diğer hususta  taşeron  uygulamasının olduğu   kurumlarda   bir yerde aynı işi yapan iki   kişi   var  ama biri neredeyse diğerinin  2 misli ücretle çalışıyor. Bunun anlamı  siz    çalışanlar arasında  fitne  ve fesadı, ayrımcılığı    devlet politikası olarak körüklüyorsunuz  demek.
İş kazalarının  oluşmasına  sebep  önemli faktörlerden biriside  çalışma   alanlarında ki denetimsizlik.
Sonuç olarak   diyeceğim o ki;   siz aldığınız yeni ve radikal kararları çürümüş ve kokuşmuş bir  sistem içine dahil ederseniz   o   kararlar    her    ne   kadar   devrim niteliği taşısa  bile kanalizasyona dönmüş bu yapı   içinde ne yazık ki uygulamaya  geçirmeden eritilir ve pisliğe dönüşüp hayatı tıkamaya devam eder.. 
Birilerinin   daha    fazla   kazanma  hırsı   uğruna  çalışanın  hakkına girip    Allah'ın haram kıldığını  ve şiddetle yasakladığını  yapmak    Kuran'da   sık sık  vurgulanan  "yeryüzünde ifsad  çıkarmakla" eşdeğer değil de nedir peki...   Zira  Kuran'a baktığımızda   görüyoruz ki  Şuayb    peygamberin  uyarıcı  olarak    gönderildiği   Medyen  halkının   helak edilmesinin   sebebi  onların     ölçü ve    tartıda    hak   ve    adaleti   saptırmış olması    değil miydi??"Medyen ahalisine de içlerinden biri olan Şuayb'ı gönderdik". Ey benim  halkım!   yalnız Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka tanrınız yoktur. İşte   size Rabbinizden açık delil geldi.   Artık ölçüyü, tartıyı tam yapın,   insanların haklarını  eksiltmeyin,    halka   haksızlık   etmeyin,   ülkede   düzen sağlanmışken fesat çıkarıp huzuru bozmayın.   Böyle yapmanız sizin   için daha iyidir. Tabiî eğer inanırsanız"Araf: 7/85) "Vay haline eksik ölçüp tartanların! Onlar ki satın alırken haklarını tam   olarak alırlar. Fakat kendileri başkalarına satar, ölçüp tartarken eksik   yapar, hîle karıştırırlar."(Mutaffifin: 83/1-3)Son yaşanan  kazalarla da  görüyoruz ki   geçmişte     Medyen   toplumunun    helakine sebeb olan tüm olgular  ne yazık ki günümüzde de aynen   devam ediyor. 
Peki    bu neden görülmüyor...Kuran'da  verilen tüm mesaj ve uyarıların    karşılığı   neden  pratik hayatlarımızda  yok.   Oysa   emekçinin  hakkına göz dikmek  haram. Bakın  ne diyor bir  başka  ayette;  "Rızık konusunda kiminize kiminizden fazla veren Allah'tır. Hal böyleyken  kendilerine fazla verilmiş olanlar, rızıklarını eşit hale gelsinler diye ellerinin altında bulunan kimselerle paylaşmıyorlar. Peki, (böyle yapmakla) bile bile Allah'ın nimetini mi inkâr ediyorlar?" (16 Nahl 71Televizyonda,  basında    açıklama    yapan    patronlara  bakıyorsun  hepsi  kanunlara  uygun   iş yaptıklarını   söylüyor   ve  sütten çıkmış   ak kaşık   gibi   kendilerini  aklamaya çalışıyorlar...Eee  peki  buradan   ne çıkıyor?Demek ki kanunlar  birilerinin menfaatlerine uygun hale getiriliyor  ne yazık ki...  Oysa   bakın bir hadiste de  ne diyor  Peygamber Efendimiz:  "O, Allah' ın elinizin altında kıldığı kardeşinizdir. Onlara yediğinizden yediriniz, giydiğinizden giydiriniz. Onlara yapabilecekleri işleri yükleyiniz" (Buhari, İman 22; Müslim,Peki  patronun hayat standardı  ile  işçisi arasındaki bu kopukluk,  uçurum  niye???Oysa   Rabbimiz   servetin belli ellerde haksız kazançla  toplanmaması  için   vahiyle  indirdiği  ve peygamberleri aracılığı ile bizlere  ilettiği kitaplarında  bir yığın toplumsal kurallar  (zekât, mîras, vergi,  nafaka, komşu hakkı, kul hakkı, çalışan hakkı, emeğin hakkı   vs  gibi)   koymamış mıydı?Ve  koyduğu   bu kurallar    insanlığın    başına belâ olan   sınıf   çatışmasının,  sosyal  gerginliklerin, anarşi    ve   terörün    önüne   geçmiyorsa  Allah aşkına  din  kavramının    hayatın izdüşümlerinde  yeri neydi  peki.???Peki  "Din" yaratıcıya kulluk şuuru altında vicdan uyandıran kurallar bütünü değil miydi????
O   halde dönelim ve soralım  kendimize;   kalplerimizde  bu  vicdan   uyanmıyor    ve    adaleti    akla, beyne yerleşemiyorsa geçiniz lütfen   o halde...Bu yüzden olsa gerek   ne yazık ki   bugün   vahyin    muhatapları    olan    bizler hayatın   tüm   izdüşümlerinde    Allah'ın    sözlerinin    hakiki    anlamda   tesirinde kalamıyoruz...Ve ayetlerin bu şekilde sıradan metinler haline indirgenmesiyle ne toplumsal    ne de    insan    ilişkilerimizde    İslam'ın    merkeze koyduğu adalet, merhamet,    sevgi,    diğergamlık,   ihlas    vs vs    değerler hep uzak kalıyor bizden..
Sonuç...
Birlik ve beraberlik çatısında kardeşlik ve insanlığa dair her şeyden mahrumiyetle işte yaşananlar ortada...Zira  ayetlerde de sürekli  bu konu   tekrar  edilip  tüm uyarılar yapılmakta."Herkese   işlediklerinin karşılığı ödenir, kendilerine haksızlık yapılmaz."  (Ahkâf: 46/19)  
4857  sayılı  İş   Kanununa  bakarsak   bir işçinin  iş görmekten kaçınma hakkı diye bir şey var  ve     aynı   İş Kanunu'nun 'işçilerin hakları' başlıklı 83' üncü maddesine göre;-İşyerinde İş sağlığı ve Güvenliği açısından işçinin sağlığını bozacak veya vücut bütünlüğünü tehlikeye sokacak yakın, acil ve hayati bir tehlike ile karşı karşıya kalan işçi, iş sağlığı ve güvenliği kuruluna başvurarak durumun tespit edilmesini ve gerekli tedbirlerin alınmasına karar verilmesini talep edebilir.Kurul aynı gün acilen toplanarak kararını verir ve durumu tutanakla tespit eder. Karar işçiye yazılı olarak bildirilir.  Bu süre zarfında işçi çalışmama hakkını kullanabilir.Güncel örnek olarak Soma'da  ve  Ermenek'teki kazalarda  kontrollerin  yetersizliğinden tutun,  herhangi bir kaza anında işçinin  can güvenliğini sağlayacak  gerekli    kişisel koruma donanımına (KKD) kadar  çoğu  güvenlik  önleminin yetersiz  olduğu ayrıca Ermenek'teki maden de çalışan ve kazada ölen işçilere maaşlarının  3 aydır verilmediği   ortaya  çıkmıştı.
Son olarak söyleyeceğim;  madenler, inşaatlar   v.b işletmelerde ihmaller yüzünden ölenlerin hayatları cennete çıkıyor orası kesin amma onların ölümlerine sebebiyet veren ihmal ve kusur sahiplerinin sonu nereye çıkıyor ACABA????
Bu kazalardan, ihmallerden   sorumlu  kişilerin hak ettikleri cezayı almaları    ve   iş  kanunlarında   yer alan çalışan haklarının korunmasına  dair  maddelerin  hayata uygulanabilirliğinin  önünü açılması, ayrıca  tüm   çalışan haklarınının güçlü bir şekilde korunduğu örgütlenme yapıların olması  lazım..bu kesin..yoksa   veballer  asla hak katında ödenmeyecek kadar çok büyük..
Selametle kalın..


 

8 Nisan 2017 Cumartesi

Bİ SUSUN ARTIK

Çok değil bundan 3 yada 4 yıl öncesiydi.
 CNN Türk'te Enver Aysever'in sunduğu "Aykırı Sorular" programında yazar;
 Pınar Kür; "başörtüyü gericilik olarak görüyorum" dedi. O programda söylenenleri tam okumadan üst başlıktan Allah Allah "Olabilir hanfendinin kendi fikridir" demiştim.
Amma velakin programda sarf ettiği sözlerin tamamını okuduğunuzda sözüm ona kendilerini çağdaş, modern, aydın bizleri ise gerici, dar görüşlü olarak gören bu kesimin aslında iç dünyalarının ve beyinlerinin ne denli kapkara koyulukta olduğunu ifşa ediyordu Pınar hanım.
Zira bende bu ifşayı  kayıt tutmak adına programdan sonra 9 Nisan 2014 te  yazdığım ve o gün "Sonsuz Ark" ta yayınlanan yazımı bugün kendi bloğumda paylaşmak  istedim.








CNN Türk'te Enver Aysever'in sunduğu Aykırı Sorular programına katılan yazar Pınar Kürbaşörtülüler için skandal ifadeler kullandı. Pınar Kür, daha da ileri giderek, başörtülü kızlara Playboy kızları benzetmesi yaptı. 


Kür, "ben öyle başını, şurasını burasını örten kadınlarla, tamamen Playboy dergisine çıplak poz veren kadınlar arasında zihniyet olarak fark görmüyorum".   dedi
.



Bİ SUSUN ARTIK   





Çekin nefeslerinizi hastalıklı beyinlerinizin suçluluk psikolojisiyle ürettiği paranoyaların kararttığı hayatlardan artık…

Size ne bizim örtümüzden, şeklinden; bilmem neyimizden?...

Size ne?...

Söylesenize siz kimsiniz?

Hayata ‘vur patlasın-çal oynasın, ye-iç, tepin-dur’ mantığının ötesinden bakamayan, fikir sancılarıyla damıtılmamış iki basit kelimeyle cümle kurmayı aydınlık ve ilericilik sayan sizler, keyfinizce hor gördüğünüz başka başka hayatları hedefleyerek, sırf sadist duygularınız tatmin olsun diye her türlü aşağılamayı yapabildiğiniz insanların neyi niye yaptığının derdi size mi kaldı?

Bu toprakların tüm masumlarının haklarını ve mallarını gasp ederek kurduğunuz muz cumhuriyetinizde hiçbir şey için bedel ödememenin rahatlığı ve şımarıklığıyla yıllarca yaptığınız eziyetler, zulümler yetmedi mi?
Artık kendi sırça köşklerinizde yaşayın işte... Yedi sülalenize yetecek kadar yığdınız mallarınız  neyinize yetmiyor?...

Hem azmayan medenî erkeklerin olduğu dünyanın en lüküs sahillerinde soyunuk sayılmadığınız bikinili hallerinizle, bidon kafalı asgari ücretlinin aylık maaşı kadar parasıyla aldığınız kokteylerle keyifler çatsanıza.
Bir başörtülünün ne amaçla örtündüğü veya soyunan kadının soyunma niyeti seni ne diye geriyor ki? Kendine de yazık ama değil mi?

Hem hangi küstahlığınızdan aldığınız hakla bizi sorgularsınız ki?

Bir başkasının fikrini, değerlerini anlama empati yapma  yeteneğiniz var mıdır? 

Bir kadının, ebedi alemini inşa için örtünürken kadınca nasıl bir bedel ödediğini ve neler kazandığını ne bilirsin ki sen?
Keza  halkı  hayattan bezdirircesine üzerinde tepinerek  kurduğunuz   bu sistemin sosyal devlet anlayışındaki hatalar  ve eksikliklerinden   sebeb    az buçuk dünya geçimliği uğruna  zavallı durumlara düşürülen  bazı kadınların  neden soyunduğunu da  bilmezmiş gibi konuşma... 
 Bİ  SUS ARTIK   ve  bir daha    UMURSAMADIĞIN HAYATLARA KARIŞMA!

Bu coğrafyanın hangi tarihinde naylon entelektüel sıfatınızla ülkenin en basit sorunlarına karşı empati yapıp, hayata karşı  ilkeli duruş ve davranışla bakabildiniz  ki?

Geçmişte zalimce bakışlarınızdan nefislerinizin tapınaklarına, ağzınızın suları akarcasına üstüne giydirdiğiniz sözüm ona her türlü çağdaş zırvalarınıza kurban ettiğiniz hayatlar hala yetmedi mi?

Şimdi de  yaptığınız zulmler yetmez miş gibi   zırvalamalara dayandırıyorsunuz  işi!!!

Ha şimdi kendi dünyalarınızda kendi algılarınızla her şeyi nasıl anlarsanız anlayın ve yaşayın,   bundan bize ne?...

 Sığ kafalılar, sözüm hepinize...

Nasihatten de anlar mısınız bilmem;  amma sana  "SANA NE?" denilmeden önce aklınızın ermeyeceği bazı şeylere "bana ne" demek de şifadır.

Maksadın çiğ fikirlerinin reklamı için ‘iyisi mi, kötüsü mü olur’ mantığıyla saçmalamaksa  prim yok artık  zırvalarına; BİL ve ANLA!

  Ve  şimdi   "Zihinsel deformasyona uğramış beyninizin saçmalıklarında hortlattığınız kabuslarınızın yağdırdığı paranoid fobilerinizi de alın"     lütfen uzak durun bizden!

Ve artık “Bİ SUSUN" kutsal saydığınız tüm putlar aşkına!...

BİR GİDİŞİN GERİDE BIRAKTIĞI






   Şimdi sadece geçmişin yaşanmışlığında anı olarak kalan tüm acıları düşünüyorum… 
Neden ve niçinlerle sorgulamak istemeden.. 
Sadece öylesine...
 İçlerinden bir tanesinde duruyorum. 
Acılara beden olmuş ismin en yalın haliyle…
”Anne” kelimesinde kalıyorum....













Gökyüzü grimsi bir renge bürünmüş.. hava ise puslu.. semada asılı kalmış bulutlar gibi duygularım da hüznün tüm koyu tonlarına salmış kendini... Dışarıdaki puslu hava beni de çekiyor içine.. zihnimin derinliklerinde kalmış, ruhumda izler bırakan tüm acı hatıralarım canlanırken gözlerimde, gözyaşlarım süzülüyor hafiften yağan yağmurla birlikte..

Şimdi sadece geçmişin yaşanmışlığında anı olarak kalan tüm acıları düşünüyorum… neden ve niçinlerle sorgulamak istemeden.. sadece öylesine.. içlerinden bir tanesinde duruyorum. Acılara beden olmuş ismin en yalın haliyle…”Anne” kelimesinde kalıyorum…ardından içini hüzün kaplayan keder diye doldurduğumuz diğer her şey boş geliyor bana....geçiniz dercesine…takıldığım bu kelimeyi düşünürken,  yıllar önce annelik nasıl bir duygu diye soran bir arkadaşıma, yüreğini ellerine alırsın da dolanırsın ya yollarda.. işte o ruh hali nasıl bir şeyse, annelik de öylesi bir şey dediğimi hatırlıyorum şimdi de.


 O zamanlar için yavrumun henüz doğumunda sorulmuş böylesi bir soruya verilmiş cevaptı bu.. Lakin tüm anneler bilirdi ki; bu ruh hali, çocuklarının gelişim ve bedensel büyüme sürecine göre değişebilen bir seyirdi. Anneler olarak çocuklarımızın hem ruhen, hem bedenen gelişim evrelerine şahit olmak; Yaradan’ın bahşettiği muhteşem bir imkândı bizlere. Onların emeklemesindeki halleri, adımlarını ilk atmaya başladıklarındaki heyecanımız, dudaklarından yarım yamalak dökülen kelimelerin sevimliliği, ağlarken bile anne nidasıyla yaydığı o tatlı yaygaraların eşliğinde hemencecik gözyaşlarının belirivermesi ve bizlerinde bir koşuda yanlarında olma isteğimiz tatlı birer heyecan olarak kalmıştır her birimizin hafızalarında. Ya çocukluğumuzu da geri getirircesine onlarla yaşadığımız oyun ve park maceralarımız.. dış dünyamızda hangi olumsuz şartlarda olursak olalım, alıp götürmüştür bizi de kendi çocukluğumuzdaki masallar ülkesine.. ve keyfine doyum olmayan anlar kalmıştır onların sayesinde. 

Anneliğe ait her türlü duyguların keşfinde çocuklarımın büyümelerine şahit olurken, o günlerde yüreği ben gibi aynı heyecanla atan bir başka anne tanımıştım, komşusu olmam gibi bir rızka nasip olmam sebebi ile.. Hepimiz gibi idi onunda yavrusu ile ilgili hassasiyetleri. Lakin önemli bir farkı vardı bizlerden. Bu farkı ona ait kılan, yavrusunun doğumunda maruz kaldığı oksijen yetersizliği sebebi ile dış dünyadan tamamen kopuk, hayatı boyunca yatağa bağlı yaşaması zorunluluğu idi...hep yeni doğan bir bebeğin hassasiyeti ile bakıma muhtaç  iki  büklüm olmuş bir yavru ve annesi.

Bedeninin hassaslığından ve yeterli beslenemediğinden olsa gerek, kemikleri bir cam gibi kırılgandı.  Hatırlıyorum, bir keresinde bana uzattığı ellerini avuçlamıştım ellerimle. Ona yakınlığımı hissettirme gayretim sessizce akan gözyaşlarına şahit kılmıştı gözlerimi de. Bu yaşların sebebi ona dokunuşumdan hissettiği acıdan mı idi, yoksa ruhunun ıstırabından mı  bilemediğimden.. çektim ellerimi üzerinden..  ne zaman, hangi anda geleceği belli olmayan sara nöbetleri ve ardından sanki hiç bitmeyecekmiş gibi uzayan ağlama krizleri, alanında uzman en iyi doktorlara gidilse bile, ne olacağını bekleyip görmekten başka hiçbir şeyin yapılamayacağının bilinmesi bir annenin ruhunu hangi girdapların esaretinde çaresizliği hissettirmezdi ki?

Oysa böylesi durumlarda bile daima dua ile yaradanına sığınmaktan başka hiçbir haline şahit olmadım bu güzel annenin.. Hiç sitem ettiğini de görmedim tevekkül etmekten başka. Bizden tek istediği ara arada olsa yavrusunun dünyasına konuk olup ona sevgimizi belli etmemiz idi. Yavrusunun sara nöbetleri sonrası onu her ziyaretimde karşılaştığım cılız bedeni ve bir noktaya sabitlenmiş dalgın gözlerdeki bakışlarıyla, ölümle yaşam arasındaki o ince perdenin kalktığı ruh halini yansıtırdı sanki bana... o anda gözlerini kaçırıp, bizi dünyasına almak istememesini ötelerle kurduğu bu bakışlardaki derinliğe bağlardım kendimce.

Annesi, ona en ağır gelen şeyin kızının dünyası ile iletişiminin tek kapısı olan gözleriyle temasına kapattığı o anların olduğunu söylemişti hüzünle… “Belki de senin çektiğin acının farkında ve bu durum ona da ağır geliyordur, bu yüzden kaçırıyordur gözlerini senden” demiştim ona.. “Yapayalnız kalmayı istiyordur belki de sadece kendine ait dünyasında..” Bazı zamanlarda ise onu ziyaretimden memnun olduğunu hissettirircesine gözlerindeki siyahlığın ışığından parıldayan tebessümleri ile kendi dünyalarımızda girdiğimiz çıkmazlarımızdan kurtarırcasına şükür telakkileri sunuyordu bize..

Annesi, birlikte olduğumuz tüm zamanlarda kızının her hali ile ilgili yaptığımız sohbetlerde onun sıkıntılı hiçbir halini anlatmazdı.. şikayet edip sitemlerini de yolladığına hiç şahit olmadım yaradanına..  Hep bir anne yüreği ve şefkati ile sarmıştı yavrusunun tüm sabır gerektiren hallerini. Birde duası vardı onu diğer annelerden farklı kılan..

 “Yavrumu benden sonraya bırakma Allah’ım!” diye içten yakarışlarını semâya çıkartan..   

 Sahi bir anne yüreği kendini de yakan böylesi bir duayı nasıl terennüm ederdi?

 "Cennet annelerin ayakları altındadır" sözünü, peygamberim cennetin bedeline ancak bir ‘Ana Yüreği’ eşdeğerdir bilinci ile söylemişti değil mi?

Yıllar önce anneliği ilk kez tadacağı bebeğinin cinsiyetini öğrendiğinde “Saadet Nur” olsun ismi demişti "Neşe" içinde bana..

Sözlük anlamı ile “Bilinci dolduran tam bir doygunluk, mutlu olma hali..” imiş..

Dışarıda sarıya  bürünmüş bulanık hava..

Caddelerde yağan yağmurla birlikte usul usul esen ılık bir tatlı rüzgar.. ve duygularımın belirsizliğinde ben.. 

Bugün saadet bedensel ızdırabından kurtulup sonsuzluğa bir kuş gibi uçarak ebedi özgürlüğüne kavuştu. 

Geride sabır yüklü bir anneyi bırakarak.. Umarım ana kızın bu kısa dünya sahnesindeki sabırla imtihanı kızına koyduğu ismi gibi cennetteki gerçek saadetlerinde buluşturur onları..

Benimse, bir bedenin yükünün ızdırabından kurtuluşuna sevinmenin mi, yoksa yavrusundan dünya imtihanı ile ayrılığı yaşayan bir annenin kalbine çökmüş hüznün tesellisini hangi kelimelerle dolduracağımı bilmezliğin git gel sarkacında belirsiz dolanıyor duygularım zihnimde..

Dışarıdaki puslu hava, yerini akşamın alacakaranlığına bırakıyor..

Şimdi ise ayrılığın acısını kendi ruhunda yaşamış bir annenin duygularının kesişiminde, sarıya bürünmüş ruh halimle havanın tatlı soğuğuna bırakıyorum kendimi üşüyen bedenimle.. sadece Rabbimin sözlerinin sıcaklığı ile teselli bulan kalbimin sukûneti ile… 

SELAMETLE KALIN…

6 Şubat 2017 Pazartesi

HAYATIN RENKLERİNDE KAYBOLMAK








Kendine yolculuk sınırları olmayan bir keşif...
 Tek kural var;  sınırları çizmezsen bu keşifte yolcu olabiliyorsun...
Bazen kalabalık  caddelerde rengarenk hayatların içinden geçerek yapıyorsun bu yolculuğu, bazen iç dünyanın gizemli labirentlerinde yol alarak...

Benimde işte o  rengarenk hayatların içinden geçerken  gizli pencerelerimden bakarak kendimi kaybetmek istediğim günlerdendi o gün. 
Plan yapmadan  durağa gelecek ilk otobüsün gideceği yer  güzergahım olacak ve akacaktım farklı  hayatların içine düşüncesi   geçerken aklımdan;  sefer saatleri oldukça seyrek olan  Taksim otobüsü geldi,   bindim o an. 
Malum hafta sonu İstanbul trafiği derken  birbuçuk saat sonra vardık Taksim'e.
Son durak olan geniş meydanda indim. İstiklal caddesine doğru yürürken cadde üzeri ara sokakların loş  gizeminde kendimi bambaşka dünyalarda buluyordum şimdide. 
Hayatım boyunca iki veya üç kez gittiğim Taksim'in cadde ve ara sokaklarını keşfederken karşılaştığım Kiliseler, barlar, Avrupai tarzda Fransız balkonlu binalar, hanlar, dükkanlar vs... gözümde oldukça farklı ve değişik bir dünyaya ışınlamıştı sanki beni. 

Cadde boyu aşağı doğru yürüdüğümde doğma büyüme İstanbul'lu olmama rağmen ilk defa gördüğüm Galata kulesinin otantik büyüsü içinde  olmanın cezbedici  büyüsü beni mest etmişti.
Kuleye sapmadan hemen Karaköy'e inen yokuş aşağı bayırda bir sürü müzik aletlerinin satıldığı bir sokağa da rastlamıştım...
Yol boyu rastladığım herşey  süpriz gibiydi benim için...
Cadde üzeri karşılaştığım  her dükkana tek tek girip  çoğunluğu  piyano olan  bir tanesinde yaklaşık yarım saat kaldım. İçerde  beyefendi ve birde  hanımefendi vardı.
Beyefendi piyano başına oturmuş birşeyler çalıyor...
Ben  beyefendiye dönüp "Merhaba;  caddeden geçerken duyduğum bu muhteşem ses beni kendine  çekti. Acaba  sizden bir istirhamım olabilir mi?  diye sordum, davetsiz misafir olarak  girdiğim bu hoş ortam ve güzel dünyalarına.
 "Tabi elbette buyrun" dedi  kibar bir şekilde adamcağız...:)
"Diikatimi çektiniz çok güzel  piyano çalıyorsunuz,   benim içinde Richard Clayderman'dan "Ballade pour Adeline" veya Andre Rieu'den "Annie's Song'a" çalabilir miisniz" diye  rica ettim  kendisine...
Tebessüm etti..
"Ovv hanfendi elbette hay hay" dedi...ve her iki  muhteşem eseri  sonuna kadar  profesyonelce çaldı...bitirdikten sonra tabi şaşkınlık sırası benden ona geçtiği için (ben pür tesettürlü  ve  başörtülü olunca haklı tabi adamcağız...:
"Hanımefendi siz nerden biliyorsunuz; piyano ve klasik müzikle yakından ilgilenenlerin bilebileceği bu isimleri" diye sordu bana...
 Gülümseyerek çocukluğumdan beri severek  dinlediğim müzisyenlerdir" deyince şaşkın  bakakaldı adamcağız.:)...
 Sonrasında  benim  için özel olarak çalacağını söylediği Chopin'e ait en sevdiğim eseri olan Spring Waltz'ı da içeren  kısa ama muhteşem piyano resitalinden sonra tılsımlı bir anın hafızamdaki izleri ile ayrıldım bu yerden.
Size de tavsiye ederim  hayatın akışı  içinde hiçbir plan yapmadan nasibinizde olan tüm  sürprizlere bırakın kendinizi. 
Neden mi?
   Unutamayacağınız o  anların küçük ayrıntılarda gizlendiğini  fark ettiğinizde  çocuksu sevinçlerde kalıyor  geriye dönük hayat sahnelerinzde.

Selametle kalın.

YARALI KUŞ


 





HİKMET DOLU ENFES BİR MENKIBE

Bir gün yaralı bir kuş Hz. Süleyman’a Aleyhisselam gelerek, kanadını bir dervişin kırdığını söyler.
Hz. Süleyman, dervişi hemen huzuruna çağırtır.
Ve ona sorar;...

Ben “Bu kuş senden şikâyetçi, neden kanadını kırdın?”
Derviş kendini savunur;
“Sultanım, ben bu kuşu avlamak istedim. Önce kaçmadı, yanına kadar gittim, yine kaçmadı. Ben de bana teslim olacağını düşünerek üzerine atladım. Tam yakalayacağım sırada kaçmaya çalıştı, o esnada kanadı kırıldı.”
Bunun üzerine Hz. Süleyman kuşa döner ve der ki;
“Bak, bu adam da haklı. Sen niye kaçmadın? O sana sinsice yaklaşmamış. Sen hakkını savunabilirdin. Şimdi kolum kanadım kırıldı diye şikâyet ediyorsun?”
Kuş kendini savunur.
“Efendim ben onu derviş kıyafetinde gördüğüm için kaçmadım. Avcı olsaydı hemen kaçardım. Derviş olmuş birinden bana zarar gelmez, bunlar Allah’tan korkarlar diye düşündüm ve kaçmadım.”
Hz. Süleyman bu savunmayı doğru bulur ve kısasın yerine getirilmesini ister.
“Kuş haklı, hemen dervişin kolunu kırın” diye emreder.
Kuş o anda;
“Efendim, sakın öyle bir şey yaptırmayın” diyerek öne atılır.
“Neden” diye sorar Hz. Süleyman.
Kuş sebebini şöyle açıklar;
“Efendim, dervişin kolunu kırarsanız, kolu iyileşince yine aynı şeyi yapar... Siz en iyisi mi, bunun üzerindeki derviş hırkasını çıkartın... Çıkartın ki, benim gibi kuşlar bundan sonra aldanmasın."


27 Ocak 2017 Cuma

HAYALLER VE GERÇEKLER


      Toprağa yayılmış her çiçeğin rengarenk resmini çizelim evrendeki tüm boşluklara...






İnsanoğlu diğer tüm canlılar gibi bir yolcu…

Bu yolculuğunun sonsuzluğa uzanan dünya hayatı menzilinde ise bazen bir oyuncu, bazense bir yönetmen… Yaratıcı tarafından kendisine bahşedilen iki temel özelliği var, yolculuk seyrini belirleyen...

Bunlardan  aklıma ilk evvelde gelen; iradesini ve yetilerini kullanabilme hâizliği, bir diğeri ise hayal  gücü kapasitesi...

Hayat sahnesinin rasyonel sandığımız gerçeklikler içinde değişkenlik gösteren bu rollerde, özellikle hayal gücü önemli bir derinliğe sahip…

Bu anlamda yaşadığım gerçeklerden bunaldığım ve yorulduğum anlarda, hemen hayal dünyamın bilinçaltı evrelerinde, kendi derinliklerimde keşfe çıkarım. 

Yine böylesi bir yolculuğumda içinde bulunduğum hüzünlü duygu yoğunluğumdan çıkışlar ararken hayal dünyamda yaptığım bir gezi geldi aklıma…

Kelimelerle resmini çizdiğim bu yolculuğumda, yüreğime çökse de kasvet, gam ve keder; gözlerimden sel gibi boşalsa da gözyaşlarım; beni ele verse de yüzüme sinmiş hüznüm; çıkarmaya kararlıydım içime çökmüş üzüntümü.

Kalmamalısın kan hücrelerimin çeperleri arasında,  Üzüntüm!..
Takılıp kaldığın hücrelerimin duvarları arasında gör bak nasıl bir yolculuğa çıkacağız senle baş başa.

Hadi sen de özgürce “uç-git” artık benle uzaklara…  

Önce bir dağın zirvesinden, gün batımında ışığın yerini alan gölgeler seyr eyleyelim senle. Tadını çıkar bu keyfin sen de.

Güneşin batarken yayılan tüm kızıl tonlarına dokunalım bulutların üstünden.

Ardından ormanların içinde saklanmış küçük göllere konuk olalım.

Bembeyaz kuğuların arasında dolaştığı nilüferlerden zerâfet çalalım.

Bir deniz kıyısında dalgaların birbiri ardı sıra çarpmalarından oluşan köpüklerle ıslansın ellerimiz ve ayaklarımız.

Martıların suyun üzerindeki çığlıkları ile beraber bir batıp bir çıkışlarına şahit olalım senle.

Sahil kıyısındaki patika yolda hızlıca koşalım ardımızdakilere takılmadan yine beraberce.

Hazan mevsiminden kalma kurumuş dallarla söyleşi tutturalım senin üzerine.

Yollara savrulmuş sarı yapraklar da eşlik etsin bu sohbetimize.

Hem de söylenmemiş en güzel sözlerle.

Ve diyelim ki; beraberce her şeyde sevinç ve üzüntü iç içedir böylece.

Ne dersin?

Bir küçük yelkenliyle açılalım pasifiğe, istersen sen de.

Takalım kelimelerimizi yelkenimize, kanat diye.

Süzülelim kanatlarımızla, okyanusun derin sessizliğine…

İçimizde harmanlanmış tüm yoğun duygularımızla dolu sevinçlerimizle, cennetten kopup yeryüzüne düşen o küçük adacıklara bir buse de biz konduralım.

Güneşin bulutların arasından tebessümle gönderdiği ışınlarıyla dans eden maviliklerde yunuslara el sallayalım içten gülüşlerimizle.

Uçsuz bucaksız okyanusun sakin sakin esen dalgalarında bırakalım tüm hüzünleri.

Semâda kımıl kımıl gezinen bulutlardan sükûnet koparalım bir demet…

Toprağa yayılmış her çiçeğin rengarenk resmini çizelim evrendeki tüm boşluklara...

Adalar etrafındaki küçük atollerin kıyılarından okyanusun koyu maviliğini seyre dalalım pervasızca, zamanın uçuculuğuna aldırmadan hem de…

Seyr eyleyelim, yunusların bir dalış bir çıkışlarını aşkla.

Kaybolalım, palmiye ağaçlarının gökyüzüne uzanan bakışlarında…

Uçsuz bucaksız maviliğinde sakin sakin salınan dalgalara bırakalım tüm hüzünleri senle beraberce…

Uzanalım maviliğin koynundan yeşilin tüm tonlarına.

Okyanus’taki bu geziden sonra, kanat çırpalım dünyanın en güzel kara parçalarına.

Güney Amerika olsun ilk durağımız…

Önce Peru ‘ya kanatlanalım.

Gidelim senle Peru’nun antik çağlardan bugüne uzanan gizemli İnka medeniyetinin büyüsüne.

Labirentlerinde tozu dumana katalım bir güzel.

Sakın pes etme! Yorulmak yok asla benle.

Güney sınırındaki dünyanın en kurak çölünde, acizliğimizi de tadalım keyifle ve tam ortasındaki vahada umutlarımızı yeşertelim sevinç içinde.

Şili’ye inelim şimdi de.

Volkanik bir dağın eteklerine gidip seyr edelim tepelerinden püsküren alevlerin yaydığı lavları.  Cehennem sıcağını hissedelim orada…

Ürperip korkunun suskunluğunda kalakalmalıyız bu lavların kenarında…

Ateş nehrinin pervasızca akıp giden lavlarını O’nun büyüklüğü ve muhteşem gücü titretmeli,  sonsuzluğun bu uçsuz kıyısında.

Amazon ormanlarının tüm renk tonlarında huzuru bulalım ve diyelim ki Hayat’a: “Anlamı bulunca yaşamın her türlü yayılımında “Güzel kal” ve asla kendini bırakma parmaklıklar ardına…”


Ve sen de içimdeki üzüntüm “uç-git” artık, Amazon ormanlarının balta girmemiş sığlıklarında…